Anadolu16.com

Çocuğumun kumbarası ve TÜSİAD

05.04.2022
A+
A-

Türkiye’nin en meşhur pazarı Bor Pazarı’dır. İster satıcı ister alıcı olsun öğleye kadar o pazara yetişemeyenlerin, eşeğini Niğde’ye sürmek zorunda oldukları bilgisi bin yıldır herkesin belleğindedir.

Geçen gün Bor Pazarı’ndaki bir sebzeci tezgahına bir kadın yanaştı. İçinde bir elin parmakları kadar domates, biber, salatalık olan poşeti aldı ve yumruk gibi sıktığı diğer elinin avucundaki bozuk paraları pazarcının kendisine doğru uzanan elinin içine boşalttı.

“Abla bunlar yetmez ki” dedi, pazarcı.

Kalbine oturduğu için zar zor duyulan kederli bir sesle, “Hiç param yoktu. Pazara gelirken, bir kenarda varlığı dahi unutulan çocuğumun kumbarasını açtım, içindeki paranın hepsi bu kadardı. Başka param yok. O zaman sebzelerin o paradan fazla tutan kadarını çıkar” diyerek poşeti pazarcıya uzattı kadın.

Hayatı Bor Pazarı’nda geçmiş olgun yaştaki pazarcı, o güne dek hiç duymadığı bu acı ses ve hiç görmediği bu feri sönmüş boş bakışlar karşısında hercümerç oldu. “Abla o poşet sende kalsın, şu bozuk paraları da al çocuğunun kumbarasına geri koy, çocuğun kumbarasının açıldığını görüp üzülmesin. Kumbaralar çocukların geleceğidir, içindekiler de para değil hayalleridir” diyebildi ancak.

Yalnız Niğde’nin Bor’unda mı? Hayır, ülkenin her yerinde geleceği çalınmış çocukların olduğu bir zebunluk yaşanmakta!

İnsan, doğanın nitelikli bir öğesidir. Dolayısıyla insan türündeki çeşitlilik doğadaki çeşitlilik gibi değilse yıkım ve hüzün getirir toplumlara. Tıpkı çıplak bir arazide dal budak salmış bir ağacın ne kadar ulu da olsa tek başına bulunduğu ortama bir güzellik katmaması, bir şenlik getirmemesindeki gibi. Aynı şekilde ülke nüfusunun yüzde sekseni çıplak, aç, biilaç yaşıyorsa, çocukları geleceğini kaybetmişse, toplumda huzur, dirlik ve düzen kalmamışsa, küçük bir zümre aşırı zengin olmuş ne fayda!

Tanrı bile evrenin en ulusu iken yalnız yapamayacağı endişesiyle kendinden bir parça olarak insanı yaratmış, yaratıcı gücünden de vererek kendisi ile eşitlemiş, doğadaki canlı cansız tüm varlıklar arasında ve her düzeyde fırsat eşitliğini sağlamıştır. Kimin bu eşitlikleri bozmaya hakkı olabilir ki?

Atatürk Cumhuriyeti kurduktan sonra, kendi sağlığında birbirinden farklı sektörlerde ağır sanayiye dayalı kırk dokuz fabrika kurdu. Bu fabrikalardan kiminin birkaç, kiminin onlarcası vardı ülkenin dört bir yanında. Her biri tek başına dünyaya meydan okuyan birer ekonomik kale ve hepsi birden milletin ortak malı idi. Bu kuruluşlar milletin övüncü ve kendileriyle birlikte getirilen demokratik ve laik düzenin de güvencesiydiler. Lakin küresel güçlerin desteği ile iktidara gelenlerin ve onların paydaşları olan TÜSİAD gibi neoliberalizme biat etmiş kurumların ortak marifetiyle Türkiye’yi saygın, Türk milletini de imkanları ölçüsünde müreffeh kılan bu iktisadi teşekküller birer birer yok pahasına satıldı.

TÜSİAD üyeleri, Cumhuriyetin kanunlarına rağmen kendilerini imtiyazlı hale sokup halkın bu ekonomik kalelerinin geri gelmemek üzere yandaşlara ve yabancılara peşkeş çekilmesine hem seyirci kaldı hem de aynı şartlarda sahiplenmek için onlarla yarışa girdi.

TÜSİAD ve iktidar, küresel şirketlerle işbirliği yaparak kimsesizlerin kimsesi Cumhuriyetin çocuklara ve gençlere armağan ettiği geleceği ellerinden aldı. Emeği ile geçinen herkesin fikrinden, vicdanından, irfanından sıyrılarak kendilerine kul köle olup nesiller boyu ürettikleri zulme itaat etmelerini sağlayacak bir düzen kurdu. Önce tarımı yıkan bu düzen sonra ülkenin tüm ekonomik işleyişini alaşağı etti.

Burada TÜSİAD ile iktidarın birlikte içinde yer aldıkları demokrasi ve Cumhuriyet karşıtı yeni düzenlerinin tarımı nasıl etkilediğini okuyucularımızın rahat anlayacağı bir örnekle açıklamaya çalışalım:

Pamuk ki ülkemizin stratejik bir ürünüydü. Her sene artan bir rekolte ve yükselen bir kalite ile tekstil sektörünün hammaddesi ve en önemli girdisiydi. Sektörün bir başka hammaddesi olan deri, yün ve yapağıda da durum aynıydı. Bu sayede yerli çiftçiden ve hayvan yetiştiricisinden alıp düşük maliyetlerle imal ettikleri iplik, kumaş ve hazır giyim sanayinde dünya liderliğine oynuyorlardı TÜSİAD üyeleri.

Hammaddesi tarım ve hayvancılık ürünü olan bütün sektörler için benzer örnekler verebiliriz.

Ancak TÜSİAD’ın da yirmi yıl boyunca ısrarla istediği AKP düzeni destek görmeyen Türk tarımını bitirince, hammaddede dışa bağımlı olundu ve bu da üretim maliyetlerini arttırdı. Bu kez yüksek maliyetlerle elde edilen ürünler satılmamaya başladı. Çünkü aynı düzen enflasyonu da yükselttiğinden dolayı halkın satın alma gücü kalmadı. Yani tarımı bitirmeye kararlı AKP iktidarına verdiği destek, dönüp TÜSİAD’ın saltanatını da yıktı.

Böylece sermayeye, emeğe aynı mesafede duran ve her ikisini eşit şartlarda koruyup kollayan, hiç kimseye ya da kesime ayrıcalık tanımayan, tıpkı doğadaki gibi herkese her konuda fırsat eşitliği tanıyan ve insanlık için en ideal ekonomik model olan Cumhuriyetin devletçi düzeni rafa kaldırıldı. Yerine, yüzde doksan dokuz hata payı ile yaptığı işler karşılığında yurttaşın parasını hortumlayan insanlık tarihinin en kan emici sömürme yöntemi olan yap işlet devret modeli ikame edildi. Bu da devletin güçsüz ve milletin aç kalmasına, ülkenin de yönetilemez hale gelmesine yol açtı.

TÜSİAD, neden sonra demokratik parlamenter sistem ile güçlü bir anayasa ve güçler ayrılığının gerekli olduğunu, yeni ufuklara bakmanın zamanının geldiğini ve tarımın ruhuna fatiha okunduktan sonra nihayet “Tarımın desteklenmesi gerektiğini” lütfen de olsa söyledi. “Geç oldu ama güç olmadı” diyebilecek durumda mıyız acaba?

Ekonomide dünyaya kötü örnek olmakla övünenlerin yönettiği Türkiye’de ellerinize kına yakabilirsiniz; Zira Türkiye’nin ve tarımının geldiği yer iktidarla birlikte sizin de eseriniz!

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.