Anadolu16.com

Ne köylü kalabildik, ne çiftçi olabildik

14.09.2021
A+
A-

Araplar, ilkinde Sümer topraklarında, ikinci kez ise binlerce yıl sonra Amuderya önlerinde karşılaştı Türklerle. Birincisinde Türklerin diğer etnik ve dini topluluklarla birlikte barış içinde ve kardeşçe inşa ettikleri Sümer Uygarlığını yıkmak, ikincisinde de ganimet için ama İslam’ı yayma bahanesiyle! Bu tanışıklıkla birlikte Araplar, Türkleri “Atrâk” olarak adlandırdılar.

Araplar öyle dediği için, İslam’ı benimseyerek Araplaşan Selçuklu ve Osmanlı sultanları da Türk demek yerine Atrâk dediler. Hatta kendilerinin de mensup oldukları o etnik ve kültürel aidiyetinden utanmadan “Atrâk-ı bi-idrak” bile dediler. Yüzyıllar boyunca köylü ve çoban bıraktılar. Devletin tüm vergilerini onların sırtından topladılar. Asker olarak dolaştırdıkları üç kıtada kemiklerini bıraktılar. Vergi toplamada güçlük yaşadıklarında da onları yerel temsilsileri olan derebeylerin insafına terk ettiler. Derebeyleri ise devlet ve kendi adına onlardan vergi toplamakla kalmadı, vergi koparamadığında topraklarına el koyarak onları kendine maraba yaptılar. Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde mevcut “Ağa-Maraba Düzeni” de ondan kalmadır.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra her iki imparatorluğun sonunu getiren bu yanlışlara son verdi. Devletin neredeyse tek gelir kalemi olan Öşür (Aşar) vergisini önce köylünün ödeyebileceği orana düşürdü, sonra tümden kaldırdı. Köylüden ve çobandan alınan vergiden başka bir geliri olmayan, teknolojiden, bilimden, sanayiden nasibini almamış, bitmiş, tükenmiş, yıkılmış Osmanlının dev sorunlarla yüklü enkazını kucağında buldu Cumhuriyet.

Atatürk, Cumhuriyetin başında “Memleketimizin asli unsurları köylü ve çobandır” demekle, gerçekçi bir durum tespiti yapıyordu. Buradan hareketle ülke ekonomisinin planlanmasına geçildi. “İktisadiyatın temeli ziraattır” demekle de ülke ekonomisinin tarım üzerine inşa edilmesi gerektiğini vurguladı. “Memleketin hakiki efendisi, hakiki müstahsil olan köylüdür” demesiyle beraber de ülkeyi, ekonomide yönlendirdiği hedefe doğru harekete geçirdi.

Hedef neydi?

Türk köylüsünün atadan dededen kalma yöntemleri bırakıp öğrendiği yeni bilgi ve becerilerle teknolojik alet ve ekipmanları kullanarak modern tarım uygulamalarına geçmesiydi: Yurdun dört bir yanında ziraat ortaokulları, ziraat liseleri ve Ankara’da da Yüksek Ziraat Enstitüsü açıldı. Yanı sıra ülke sathında tarım alet ve ekipmanlarını üreten ve tamir eden tarım merkezleri kuruldu. Bu merkezler, traktör fabrikasının açılışına kadar götürecekti ülkeyi.

Cumhuriyet tepeden tırnağa bilimsel düşüncelerden oluşturulmuş bir yapıydı. Birinci düşüncesi demokrasi kültürünü geliştirmekse ikincisi güçlü bir ekonomiye sahip olmaktı. Bunu köylünün, çobanın elindeki mevcut üretim biçimiyle değil dünya ile rekabet edebilecek teknolojik donanımla yapabilirdi ancak.

O hedefe yöneltti ülkenin enerjisini…

Üretip ihraç ettiği tarım ürünleri karşılığında tarıma dayalı sanayiyi ikame etti. Düşünebiliyor musunuz; şeker fabrikalarını kurmak için, önce şeker fabrikalarını kuracak fabrikayı kurdu. Birçok alanda böyle yaptı. Derken, nakliye ve ulaşım için ördüğü demir ağlarla birlikte ülkenin dört bir yanını tarıma dayalı sanayi kuruluşlarıyla donattı.

Büyük insanlar, çılgın değil öngörü sahibi ve samimi insanlardır. Büyük Atatürk, tarım konusunda da halkına karşı samimiyetini göstermek için kendi parasıyla satın aldığı verimsiz topraklar üzerinde, daha sonra milletine bağışlayacağı dünyanın en modern çiftliklerini kurdu. Bunu, kooperatif üyesi bir köylü, bir çoban sıfatıyla yaptı. Bununla da; “İstendiğinde, köylünün modern çiftçi, çobanın da modern hayvan yetiştiricisi olabileceğini” gösterdi, köylü ve çoban olan milletine!

Yükselme döneminden yıkılışın eşiğine nasıl gelindi?

Atatürk çok erken ayrıldı aramızdan. Zira onun ölümünden sonra ham meyvelerin tümü birer birer koparıldı dallarından. Atatürk’ün projelerinden biri de “Toprak Reformu ve Arazi Toplulaştırmasıydı.” Eğer bunlar gerçekleşseydi, onlarca hatta yüzlerce köyü olan toprak ağalarının işleyemediği topraklar (Osmanlı derebeylerinin köylünün elinden aldığı, veya padişahların istediklerine lütfettikleri topraklar), topraksız köylüye dağıtılacaktı. Atatürk tarım konusuna el attığı zaman, “İleri bir ziraat memleketi olmak için toprağı olmayan köylüyü toprak sahibi yapmak mecburiyetindeyiz, toprak sahibi olmadan çiftçi olunmaz” demişti. Arazi toplulaştırması ise köylünün sahip olduğu mahdut toprağın bölük pörçük tarlalar şeklinde birbirinden farklı uzaklıklarda olmasıydı. Hukuki ve coğrafi dengeler gözetilerek bunların bir araya getirilmesi gerekiyordu. Buradaki amaç ise toprakların rantabl kullanılmasıydı.

Atatürk’ün ölümünden sonra CHP içindeki aydınlanma karşıtı derebeylerinden oluşan muhalefet güçlendi. Daha sonra CHP’den ayrılarak Demokrat Parti adıyla iktidar oldu. “Bindiğimiz eşek bizden akıllı olmamalı, olursa düşürür; okuyan köylü zapt olunmaz” denilerek köylüyü uyandıran, bilinçlendiren Köy Enstitülerinin üzerine gidildi, kapatıldı. Laik Cumhuriyetin bir saygınlık kazandırıp vicdanlara yerleştirdiği din, olması gereken yerden indirilerek yeniden siyasilerin ve tarikatların pis çıkarlarının ve hırsızlıklarının aracı haline getirildi. Bu ana kadar gerçek üretici olma çabasındaki köylü, çiftçi olmaktan vazgeçirilerek tekrardan köylülük uykusuna yatırıldı.

Başta Ziraat Odaları olmak üzere çiftçi kuruluşlarının tamamı sağ iktidarların arka bahçesi yapıldı. Atatürk’ün “Memleketin hakiki efendisi, hakiki müstahsil olan köylüdür” sözü “Köylü milletin efendisidir” şeklinde kuşa çevrilip içeriğinden saptırıldı. Ardından köylüye, “Sen milletin efendisisin, çalışmasan da olur, yeter ki oyunu bize ver biz sana bakarız” denildi. Sonra Amerika’nın hamiliği kabul edildi. Uçak fabrikasının kapısına kilit vurularak uçak üretiminden vazgeçildiği gibi traktör üretiminden de vazgeçildi. Türkiye’nin artık Amerika adında zengin bir babası vardı; her alanda olduğu gibi tarımda da üretim yapmasına gerek yoktu, istediği her şeyi babasından alabilecekti, hem de burada mal ettiğinden daha ucuza!

Demokrat Partinin Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesi yaptığı Türkiye’nin başına bu kez Adalet Partisi geldi. Tamamı tarıma dayalı olan Kamu İktisadi Teşekküllerini oy aldığı kesimlerin şişirilmiş istihdam kapısı haline getirdi. Süleyman Demirel’in hep başbakan olmasına rağmen sanki iktidarda başkası, kendisi de muhalefetteymiş gibi “Kim ne veriyorsa biz bir kuruş fazlasını vereceğiz” nakaratıyla da “Cumhuriyetin taban fiyatı uygulamaları politikası” sulandırılarak o güne kadar ülke tarımına verilen önem ve destek değersizleştirildi. Bu değersizlik, tarımsal üretime de sirayet etti ve köylünün üretme isteğini sekteye uğrattı.

Türkiye’yi tümüyle Amerika’nın sömürgesi yapmak için iktidara getirilen Anavatan Partisi de neoliberal 24 Ocak Kararlarını uygulamak üzere “Özelleştirme” ihanetini başlattı. Öncelikli olarak özelleştirme kapsamına aldığı KİT’lerin çoğu tarıma dayalı kuruluşlardı. Onların elden çıkması, tarımsal üretimin de durması demekti. Tarım ürünleri ithalatının yapılmasını sağlayan yasal düzenlemelere geçilince, “Köylü için; üreten çiftçi olmasını gerektiren sebeplerin yerini, kente gitmenin sebepleri aldı ve kentin yolları göründü köylüye.”

Hem neoliberal, hem neoosmanlıcı, hem siyasal İslamcı ve İhvancı olan AKP ise içerideki ve dışarıdaki görünür görünmez ortaklarıyla birlikte Türkiye Cumhuriyetini yıkmak ve talan etmek üzere iktidara getirildi. Tarım ürünlerinin tümüyle ithal edildiği, tarımın olması gibi desteklenmediği bir ülkede kim çiftçilik yapmak ister? Köylü dediğin, köyünde az çok toprağı olandır. Sebzesini ve meyvesini toprağından, etini, sütünü ve yumurtasını merasında yaydığı hayvanından temin edendir. Ekmeğini evinde yapandır. Başı ağrıdığında köyündeki sağlık ocağına gidendir. Çocuklarını, torunlarını köyündeki okulda okutandır.

Bunların hiçbirinin yapılmadığı yere köy denmez. Bunların yapılmadığı yerde yaşasalar da yaş ortalaması altmış beşin üzerinde olan o insanlara köylü denmez. Onlardan çiftçi olmaları da beklenmez. Köy, bir yaşam alanıdır. Köylülük, bir yaşam biçimidir. Tarımda gelişmiş ülkelerde olduğu gibi çiftçilik de bir meslektir. AKP bu yapıları bugüne kadar ki kazanımları da dahil tümünü yıktı, yok etti.

Oysa eğitimin yetersiz olduğu, insanların salgın hastalıklardan kırıldığı, yoksulluğun diz boyu olduğu, devletin kurumsal olarak tam teşekkül ve teşmil etmediği Atatürk döneminde Türkiye ekonomisi her yıl ortalama yüzde 7,4 büyümüş, milli gelir de on beş yılda 2,9 katına ulaşmıştır. Bu büyümenin ve gelişmenin nerdeyse tamamı, yokluk içindeki o köylünün ürettiği tarım ürünleri sayesinde gerçekleşmiştir.

Eğer aynı anlayış, aynı çaba bugüne kadar devam etseydi; köylümüz çoktan modern çiftçi, çobanımız çoktan modern hayvan yetiştiricisi olmuştu. Türkiye’nin bu potansiyelinin açığa çıkarılmasıyla, katma değer üreten bir tarım ülkesi olmasının yanında Fransa’nın, Hollanda’nın, İtalya’nın hatta Amerika’nın esamisi bile okunmazdı.

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.