Anadolu16.com

Köylü neden memleketin efendisi olamadı?

20.05.2022
A+
A-

Atatürk, doğrudan “Köylü milletin efendisidir” demedi. “Memleketin hakiki sahibi ve efendisi, hakiki müstahsil olan köylüdür” dedi.

Ülke toprakları iç ve dış düşmandan temizlenip de savaş bittikten sonra, askeri zafer ekonomik zaferle taçlandırılmak istendi. Bu zaferin ateşi İzmir İktisat Kongresiyle yakıldı ve kongrede tarım ülke ekonomisinin temeline oturtuldu. Yani güçlü ekonomi ancak modern, gelişmiş, güçlü bir tarımın üzerinde yükselebilecekti.

Gerek ekonominin temeli olan tarımı, gerekse bu temelin üstünde yükselecek makro ekonomiyi daha ileri pozisyonlara taşıyacak olan da yetişmiş bilinçli insan kaynağı idi. Atatürk’ün ekonominin geneliyle ilgili birçok sözü olsa da bizi ilgilendiren kısmı tarımla ilgili olanlarıdır.

Osmanlı saltanatı, Türk köylüsünün sırtında ayakta duruyordu. Acımasız vergilerin hemen tamamı köylüden tahsil edilir, fetihler de silâhaltına alınan köylü çocukları ile yapılırdı. Dolayısıyla Türk köylüsünün eli silah tutan evlatları uzak yabancı topraklarda kemik olarak kalırken, eli saban tutanları da yalın ayak başıkabak saltanatı ve onun derebeylerini semirmek için kan kusarak çalışırdı.

Cumhuriyet, en önce köylüyü ve çobanı (Çoban derken hayvancılıkla iştigal eden kesimi kastediyoruz) bu esaretten kurtarmanın arayışına girdi. Ekonomi tarıma dayalıydı, nüfusun yüzde doksanı da köylerde yaşıyordu. Tarımın medeni ülkelerdeki gibi verimli yapılabilmesi köylü ile çobanın devletten destek görmesine, tarımı bilerek yapmasına, yaptığı işten dolayı toplumda saygı görmesine bağlıydı. O nedenle ekonomik yönden ülkenin kaderini değiştirmesini istediği o özlü sözü söyledi; “Memleketin hakiki sahibi ve efendisi, hakiki müstahsil olan köylüdür” dedi.

Bunu söylemekteki kastı, sözün içinde varlığını açıkça hissettirmektedir. Çağcıl bir ulus inşa ediliyor. Bu ulusu oluşturan onlarca etnik ve dini grup var. Bunlar arasında kentli olup vergiden, din adamı kisvesi altında da hem vergiden hem savaşlara katılmaktan muaf olanlar var. Bunlara karşın bin yıllar boyunca hep canı ve emeği pahasına ülkeyi ayakta tutmuş köylü ve çoban kesimi var. Tüm kesimleri kanun önünde eşitleyen Cumhuriyetin demokrasi fikri, binlerce yıldan beri ülkeyi sırtında taşıyan köylünün şahsında hangi alanda olursa olsun bu memleketin gerçek üreticilerini memleketin sahibi ve efendisi olarak görmek istemiştir.

İnsanlar hep birlikte memleketlerinin gerçek sahibi ve efendisi oldukları sürece ülkelerini dünyanın ileri ülkeleri arasına sokmaya istekli olacaklardır. Aksi halde bir kişinin veya zümrenin yönetimi altında cehennem hayatı yaşayan, işini severek yapmayan, hiçbir şekilde saygı görmeyen toplumların bunu yapacaklarını kim söyleyebilir? Efendilik birilerinin vereceği bir rütbe değil hak ederek alınan bir pozisyondur. Bu pozisyon, padişahın tebaası olup ona kulluk yapmak yerine gerçek üretici sıfatıyla ülkesinin özgür yurttaşı, milletinin onurlu ferdi olma pozisyonudur.

Bir süre sonra bu bilinci köylüye vermek üzere Atatürk’ün vasiyeti olan Köy Enstitüleri kuruldu. Köylünün pozitif eğitim alıp dünyayı tanıması, yerelde ve genelde örgütlenmesi, ekonomik gücünü ve yeteneklerini birleştirmesi, sosyal ve kültürel yönden kendini geliştirmesi, kaderini milletin tümüyle ortaklaştırması sağlanacaktı. Ülkenin kalkınmasına, barışın ve kardeşliğin kurulmasına, gelir adaletiyle birlikte demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla yerleşmesine, her alanda hak sahibi, her konuda taraf olup, hayatın her yönden yaşanılır kılınmasına katkıda bulunmak için gerekli eğitimi alacağı bir modeldi Köy Enstitüleri.

Genç Cumhuriyet, tarımın temeline oturtulduğu karma ekonomi modeliyle dünyada kalkınma yarışına girdi. Kısa zamanda TL’nin değerini dolarla eşitledi, tarımsal sanayinin yanında uçağını, traktörünü yapacak kadar da endüstriyel sanayide yol almaya başladı.

Bu kalkınma ve özgürleşme sürecinde köylünün kendi memleketinin efendisi olma gayreti toprak ve din ağalarını rahatsız etmiş olmalı ki derhal karşı devrim sürecini başlatarak hızla işlettiler. İktidarı ele geçirmeden hedeflerine ulaşamayacakları düşüncesiyle iktidara oynadılar ve 1950’de hükümet oldular. Ekonomide attıkları ilk adım, sanayide ve tarımda üretimi durdurmak oldu. Artık Amerika diye bir babaları vardı; uçağından otobüsüne, kamyonundan traktörüne, süt tozundan fındığına, yağından buğdayına her şeyi o verecekti! Memlekette esen bu aldatıcı rüzgâr, ne yazık ki köylüyü de önüne kattı.

Hükümet ve çevresindeki o günün muktedirleri, köylüye “Bak sen memleketin efendisisin biz de senin hizmetkârınızız. Sen bize oyunu ver, biz senin yerine hem düşünür hem karar verir hem çalışır, yolunu suyunu elektriğini getirir, ürün taban fiyatını hep en yüksekten verir, sen üretmesen bile olur çünkü artık Amerika var, her şeyimizi ondan alabileceğiz” dediler. Her seçim döneminde köylünün sırtını sıvazlayıp kulağına bu sözleri fısıldadılar. Köylüyü eski itiraz eden, gerekirse başkaldıran karakterinden soyutlayıp boyun eğen, sefil, köle ruhlu bir kişiliğe soktular. Böylece köylü politikacıların çantada keklik oy deposu, bağlı olduğu ziraat odaları gibi örgütler de Cumhuriyet karşıtı siyasi partilerin arka bahçesi yapıldı.

Derken darbeler süreci başlatıldı. Muz cumhuriyetlerindeki ve Ortadoğu’daki iktidar ve isyan gelenekleri Türkiye’ye de taşındı. Cumhuriyetin ikinci adamı İnönü’nün başında bulunduğu demokratik muhalefetin tüm çabalarına rağmen, Cumhuriyet karşıtı hükümetin başbakanıyla iki bakanı idam edildi. Buna Amerika demişler; sevmediğini bertaraf ettiği gibi işine geldiğinde sevdiğini de öldürür. Amerika bu idamlarla uluslaşma sürecini henüz tamamlayamamış Türk milletinin içine iflah olmaz nifak tohumlarını ekmeyi başarmıştı böylece!

Köylünün aylak kalmasını sağlayanların, tarımda dışa bağımlı olmayı savunanların sözcülerinin idamı, mağduriyet hikâyeleriyle Cumhuriyet karşıtlarını bu kez Demirel’le hükümete taşıdı. Buna karşılık toplumda yükselen hak ve özgürlük talepleri de Ecevit’i solun liderliğine taşıdı. İpin ucunu kaçırmak istemeyen ve 1971 askeri muhtırasıyla solu yeterince kontrol altına alamayan Amerika, bu toplumsal talepleri ve “Toprak işleyenin, su kullananın” diyen işçiden köylüden yana Ecevit’i Kıbrıs’ta boğmak istedi lakin muvaffak olamadı. Ecevit “Karaoğlan” namıyla “Kıbrıs Fatihi” oldu, köylünün ve işçinin demokratik talepleri ise daha da arttı.

Kendi dilini, kültürünü, milli ve geleneksel değerlerini koruyan köylünün uyanışı ve etkileyici şekilde ülkenin siyasetine yönelişi, Ecevit’i ikinci kez başbakan yaptı. Bu toprakların tarihinde köylünün direnişinin ülkenin kaderini değiştirdiğini iyi bilen Amerika, o günkü yerli işbirlikçisi TÜSİAD’la birlikte oluşturduğu tüp gaz ve şeker kuyruklarıyla Ecevit hükümetini değiştirdi, ordunun başında bulunan kendi çocuklarına da aklını kullananların akıl kimyasını değiştirecek darbeye hazır olmaları talimatını verdi.

12 Eylül, Türk tarihinin en aşağılık askeri darbesiydi. Babalarının istediği gibi oldu; insanca yaşama isteğini dillendiren herkesin üzerinden silindir gibi geçti. Hedefinde Türk tarımını bitirme, Türk köylüsünü yerinden etme de vardı. 24 Ocak Kararlarının uygulanması için neoliberalizmin Türkiye mümessilliğini kabul eden Özal’ı başbakanlığa oturttu. Ardından Suudi yeşil sermayesiyle rabıta kurdu. Çocuklarını imam hatip okullarına verdirmedikleri köylü, camisi olsa bile yeniden cami yaptırmadıkları köy bırakmadılar. Bir kişinin namaz kılmadığı Alevi köylerine bile cami yaptılar.

Özal hükümeti özelleştirme masalıyla köylüyü uyuttu. Ürününe kota koydu. Gün geldi kota kapsamındaki ürününü almadı tüccarın önüne attı. Tarıma dayalı sanayi kuruluşları olan kamu iktisadi teşekküllerini zarar ediyorlar yalanıyla işlevsizleştirmeye başladı. Ülke ekonomisini tümüyle küresel neoliberalizmin insafına terk etti. Yetmedi; ekonomik kalkınmayı sağlayan kafalar, tarikat ve cemaatlerin beynin kimyasını değiştiren küflü bilgileriyle dolduruldu. Aklın ve bilimin yolunu gösteren öğretmenler alınınca, imamların irşadına terk edilen köylerde bu çok daha kolay yapıldı.

Köylüyü bilinçli ve örgütlü bir üretici yapacak projelerden biri olan Köy-Kent, Atatürk’ün düşüncesiydi. O yokluk dönemde özellikle ilkel de olsa o günkü tarım alet ve makineleri gibi üretim araçlarının temini ve tamiri, merkez seçilen köylerde yapılmaktaydı. Bu projeyi yeniden ve bugünkü koşullara uyarlayıp uygulamaya koymak isteyen Ecevit, koalisyon ortaklarının da içinde yer aldığı çeşitli kumpaslarla üçüncü defa hükümetten düşürülünce uygulanmadı.

Millet egemenliğine dayalı Türk devletinin temellerinin atıldığı 1920’de Türk Devriminin laik ve demokratik etkilerinin petrol yataklarının üstündeki İslam ülkelerine sıçramasını önlemek amacıyla aynı yıl İngiliz emperyalizmi Mısır’da İhvan’ı kurmuştu. İhvan, o günden beri İslam’da reform yapılmasının, İslam ülkelerinin demokrasiye geçmesinin önündeki en büyük bariyerlerden birisi olarak durmaktadır. O günden beri Türkiye’deki laik ve demokratik düzeni yıkmayı hedefine koyan Türk İhvan’ı ise ancak 3 Kasım 2001 genel seçimlerinde hükümet oldu. Demokratik vaatlerle gelmiş olsa da gelinen noktada tek kişiye bağlı ilan edilmemiş kendine özgü bir şeriat hukukuyla ülkeyi yönetmektedir. Bu öyle bir düzen ki hükümdara ters düşmemek şartıyla herkes kendi hukukunu uygulayabiliyor.

Ayrıca millet egemenliğinin tarımla çok yakın ilgisi var; zayıfladığı ya da kalktığı anda tarım da bitiyor, bugün olduğu gibi! Tarımı önemsemek ona katma değer kazandırmakla olur. Oysa AKP, tarım ürünlerine katma değer kazandıran mevcut kuruluşları bile iyileştirmek, çoğaltmak yerine tümünü satarak tümden tarımın köküne kibrit suyu ekti. Türkiye bir tarım ülkesi; ne Japonlar gibi ileri teknolojisi, ne de Araplar gibi petrolü var. Tarım Türkiye’nin güvenlik sorunudur. Olmadığında açlık, alt üst orta gelir grubu demez tüm ülkeyi etkileyecek şekilde bugünkünden daha da derinleşir. Dolayısıyla yaptıkları artık herkesçe malum olan AKP’nin, tarımı ‘bile isteye’ bu hale getirdiğini söyleyebiliriz.

Bütün bu yazdıklarımızla varmak istediğimiz sonuca gelelim:

Anadolu’nun kırsalı yani köyleri, milletin iaşesinin temin edildiği alanlardır. AKP işbaşı yaptığında Türkiye’de nüfusun yaklaşık yüzde otuzu kırsalda iken bugün yüzde beşin altına inmiş durumda. Bir diğer durum, temelinde tarımın olduğu ülke ekonomisinin çökertilmiş olmasıdır. Bu iki durum Türkiye’nin geleceğinin tehlike altında olduğunu haber veren çanların sesidir.

Arap baharı dedikleri ancak bizce Arap cehennemi olan olaylar zinciriyle emperyalizm, Ortadoğu’da uygulamaya koyduğu yirmi iki ülke sınırının değişmesi projesinde en önemli rolü İhvan’dan yana AKP hükümetine verdi. AKP Türkiye’yi bölmek istiyor mu ona bir şey diyemeyiz belki ama demografisini ve milliliğini dönüştürmek istediği belli. Türkiye dünyada eşi benzeri görülmemiş bir sığınmacı istilasına uğratıldı. Afrika’nın geri kalmış kabile devletleri dahi savaş ve kıtlık dönemlerinde de olsa çizgisi bile olmayan sınırlarının kalbura, ülkelerinin yolgeçen hanına dönmesine izin vermemişlerdir.

Peki, bu normal olmayan sığınmacı furyasının altındaki gerçek nedir? Buna herkes kendi cephesinden bakar. Biz bu ülkenin köylüsünün, çobanının, çiftçisinin hak sahibi olması ve kalkınması uğruna kafa yoranlar köylerimizin küçülmesinden, azalmasından, sağlık ocaksız, okulsuz, altyapısız, hizmetsiz, insansız bırakılmasından ülkemizin bekası adına rahatsızız. Bu faktörlerden bir tanesinin dahi olmaması, Türkiye’de tarımın yapılamadığı, yapılamayacağı anlamına gelir bizim açımızdan.

Köylünün kentlere göç etmesinin nedeni, tarımın dışındaki sektörlerde iş bulup çalışmaya başladığı için midir? Hayır, bilakis kentler ağzına kadar işsizlerle dolu, gelen köylü de bu doluya eklendi. O halde köylerde kim kaldı? Tarımı gerektiği gibi yapamayacak kadar az miktardaki yaşlı ve sefil nüfus! Farkındaysanız son on yılda on milyon sığınmacı sokuldu yurda. Bunlar sadece kentlerde değiller; sebze meyve toplayan mevsimlik işçi, çoban ve daha bir sürü farklı işlerde çalışarak kırsal alanlara da yayılmış durumdalar.

Anlaşılan o ki kentlerde aylak yaşayan köylüler topraklarına dönmedikçe, sığınmacıların boşalan kırsala yerleştirilerek tarım yaptırılması haklı bir bahaneye dönüşecektir onları getiren AKP iktidarı açısından. Oysa kırsal alanlar milletimizin iaşesinin temin edildiği yerlerdir. Ekmeğin, aşın, suyun başını tutacak olan sığınmacıların bir gün bu memleketin efendiliğine soyunacağı, köylünün de kent yaşamına tutunamayıp topraklarına geri dönmek zorunda kaldığında yeni efendilerin kölesi olacağı hiç aklınızdan geçmiyor mu?

Tekrar hatırlatmak isteriz ki niteliğinin ne olduğu bilinmeyen bunca sığınmacının Türkiye’ye getirilmesi bir istila projedir. Bu proje, AKP hükümetinin Amerika, Avrupa, Suriye ve Afganistan başta olmak üzere dış politikasının da içinde olduğu bir projedir. Konjonktürü bugüne kadarkilere hiç benzemeyen bir seçimin arifesinde ülke ekonomisinin bilinçli bir şekilde kaosa sürüklenmesi de göz önüne alındığında, bunun hayra alamet bir durum olmadığını çok net görüyoruz.

Bu durumun tersine çevrilmesi; Cumhuriyetin kuruluş ayarlarına dönülmesi, her ne şekilde olursa olsun bir tanesi kalmamak şartıyla sığınmacıların gönderilmesi ve köylünün topraklarına geri dönmesi ile mümkündür. Bu toprağın sesinin, bunun mümkün olduğunu söylediğinden kimsenin şüphesi olmasın. Söz konusu olan Türkiye’nin bekası ise sadece köylünün değil hepimizin efendiliği ona feda olsun. Zira laik ve demokratik bir Türkiye’nin varlığı ve bekası, milletin tamamının memleketin gerçek üreticisi ve efendisi olacağının en büyük teminatıdır.

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.