Anadolu16.com

Pardon!

09.07.2021
A+
A-

Büyük aşk mı dediniz?

Sadece oyalanıyoruz. Eğer gerçekten âşık olmak diye bir şey varsa biz bunu hiç bilmiyoruz. Kelimeler üzerinden gidelim evvela, duygu bahsine sonra gireriz.

Aşk; tek hece, üç harf, Arapça bir kelime.

İşin etimolojisine değinmeye başlayınca ne var yani bunda diyebilirsiniz. Söylerken zorlanmadığımız bu kelime basitliğinin bedelini ödeyen kelimelerden. Yerli yersiz, zamanlı zamansız, olur olmaz hepimizin ağzında. Sakızı bile bu kelime kadar kolay çiğnemiyoruz. İki gün önce tanıdığımız “aşkım”ız oluveriyor meselâ. (Üçüncü gün ayrılanları da göz önünde bulunduruyorum bu arada.) Doğan çocuğumuza, telefonda konuştuğumuz komşumuza, kedimize, köpeğimize, kuşumuza bazen hızımızı alamayıp narsistliğimize çağ açtıracak biçimde kendimize… Sevmeyin demiyorum, sevmek dünyanın en zor mesleği. Bir nefret toplumu haline geldiğimizi, kinden beslendiğimizi düşünürsek ve hasedimizden çatlayacak halimize aynada bakmaya cesaret edebilirsek “Haklısın!” diyebilecek kadar cesur olabiliriz.

Evet, sevmeyin demiyorum ama sevmeyi beceremiyoruz diyorum. Bir de işin içine “aşk”ı dahil edersek vay halimize. Evet kelime küçük, tek hece üç harf ama mühim olan… Hemen muzipleşmeyin. Önemli olanın ne olduğunu ben söyleyecek değilim, ben aşkbilimci değilim zirâ aşk da bilim değil. Her zaman sabit şartlar altında sabit sonuçlar veren bir kavram değil ki bilim olsun. Làkin biz hep başkalarının yaşadığı ilişkileri, ki buna moda tabirle doğru olmasa da aşk diyoruz, başkalarının yaşadığı “aşk”ı (bu benim tabirim değil) kendimizin yaşadığı ile karşılaştırıp şikayet ediyoruz benimki niye onlarınki gibi olmuyor diye. Aşk bilim değildir dediğimde, “Herhalde yani biz de biliyoruz aşkın bilim olmadığını, ukalaya bak.” diyenlerimiz oldu itiraf edelim ama verdiğim örnek birçoğumuzun zihninden geçen bir düşünce ve maalesef bu aşkı bilimselleştirmekten ya da onu bilim olarak kabul etmekten başka bir şey değil. Sabit şartlarda sabit sonuçlar arama mekanik duygusu, yanlış baktığımız aynalarda yanıltıcı görüntüler oluşturuyor ve bunun aşk olduğuna bizi ikna ediyor hepsi bu.

Kays’ı Mecnûn’a çeviren ve çöllere düşüren Leylâ’nın, Ferhat’a dağları deldiren Şirin’in, Yavuz’u “Bir gözleri âhüya zebûn eden feleğin” adı ise aşk ve biz meselenin neresindeyiz diye düşünmek vakti gelmiş ise söze şöyle devam edelim; Kays aşk ile zihnini ağyâra kapatınca, halk tabiri ile delirince, yani Mecnûn’a inkılâb edince etrafındakiler onun bu hâline üzülüp çareler aramaya başlamışlar. Önce bir tabibe başvurmuşlar. Tabib Mecnûn’un aşk yarasına merhem olmak niyetine girince Mecnûn, Fuzûlî’nin dilinden nakil ile,

“Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcımdan tabib

 Kılma dermân kim helâkim zehr-i dermânımdadır.”

yani “Ben çektiğim aşk acısından memnunum, sen tabib olarak bana merhem arama çünkü bana vereceğin ilaç bana ancak zehir olur ben bu aşksız yaşayamam.” diye cevap verince tabib, Mecnûn için yanına gelenleri “Bu delinin dermânı kendisinden başkasında değildir.” diyerek Mecnûn’un babasına “Sen oğlunu Mekke’ye götür. Kâbe’nin kapısında edilen dualar geri çevrilmez. Oğlun orada kendi şifası için dua etsin.” der. Bunun üzerine babası Mecnûn’u yanına alır Mekke’ye gider, Kâbe’nin yanına getirir ve “Şifan için dua et” diyerek oğlunu izlemeye başlar. Mecnûn ellerini açar ve “ALLAH (c.c)’ım içimdeki aşk derdini arttır.” diye yalvarır. Umduğu ile bulduğu aynı olmayan babası Kays’tan ümidini kesip oğlunun Mecnûn olarak yaşamasına rıza göstermekten başka çare bulamaz.

İşte aşk odur ki; âşıktan ümidi kestirip kendini yok etmeye çalışanı bile dize getirir.

Yahu, biz bu hikâyeyi zaten biliyoruz; bize masal mı anlatacaksın diyenlere sesleniyorum;

Tek hece üç harften oluşan bu küçük kelime için mühim olan kelimenin küçüklüğü değil de bu hikâyeyi bilmek olsa… Öyle ise şu masalı dinleyelim de ne kadar bilebileceğimizi tartalım ya da yine meselenin neresinde olduğumuzu. Üç kelebek varmış. Ateşi merak edip dururlarmış. Zaten ömür süreleri olan bir gün bir yerde bir ateş olduğunu haber almışlar ve merakları gittikçe kabarmış. Kelebeklerden biri “Ben ateşi görmeye gidiyorum.” diyerek havalanmış, bir süre sonra geri dönmüş. Diğer iki kelebek heyecanla ateşin nasıl bir şey olduğunu sorunca kelebek “Ateş” demiş “sarı bir şey!” Soruyu soran kelebeklerden biri “Yahu, çiçekler de sarı. Ne yani bizim merak ettiğimiz şey sadece sarı bir şey midir? Ben daha yakından bakmaya gidiyorum.” demiş ve uçarak gitmiş. Bir süre sonra biraz da zorlanarak geri dönmüş. Onu bekleyen kelebekler yine heyecanla sormuşlar; “Ateş nasıl bir şey?” Kelebek cevap vermiş: “Sadece sarı değil aynı zamanda sıcak, bakın hatta, kanatlarımın altı biraz yandı buraya zor geldim.” deyince  ateşi merak eden son kelebek “Ne kadar sıcak acaba?” diyerek uçmuş gitmiş ve bir daha geri dönmemiş. İlk kelebek ateşin ne olduğunu, ikinci kelebek sıcağın ne olduğunu, üçüncü kelebek ise yanmanın ne olduğunu öğrenmiş bu masalda.

İlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakke’l-yakîn meselesi.

Bilmek, bilmeyi bilmek ve bilgi olmak.

Eğer mesele aşkı bilmekse ve bununla yetinmekse sıralamaya hiç gerek yok. Lâkin problemin içinden şöyle çıkabiliriz bu noktada. Aşkı bilmek, âşık olmak ve aşk olmak. Aşkı bilen söyler, âşık olan ısınır, aşk olan yanar. Isınmayı, yanmayı geçelim bir kere; söylediklerimiz bile aşk değilken hikâyeyi bilmenin, masalı anlatmanın, anlatılanı dinlemenin, dinlediğimize kafa sallamanın ne hükmü olabilir. Gönül mezarlığınıza bakın evvela sahipsiz kaç mezar var ya da kaç mezarın sahibi var? Şimdiye kadar sevilmesi gereken kaç kişiyi gömdünüz ya da tam tersi kaç kişiye gönül verdiniz sevilmeye lâyık olmayan? Hâlbuki, bakılması gereken tek ayna gönlümüz değil miydi? O gönül değil miydi her seferinde kırılan? Ne hakkımız vardı bir aynayı mezarlığa çevirmeye? Sonra ne oldu biliyor musunuz? Mezarlığı da mezara koyduk. Bize verilen kelebek kanatlarını, yanmayı biliyorlardır diye bakmayıp defter aralarında kuruttuk. Zaten kavrulmuş olan kanatları daha da çok kavurduk. Sonra adımız romantik oldu bir aşka şahitlik eden kanatları hiç umursamamış olmamıza rağmen. Hâlbuki en güzel aşk mektupları idi o kanatlar, yazısı ateş ile yazılan. Ateşin dilini bilmediğimiz, kelebeğin gönlünü görmediğimiz, kanadın üzerinde yazılı olanı okuyamadığımız ve gönül aynasını mezarlığa çevirip mezara koyduğumuz için kelebeklerin ve kanatların kıymetini bilemedik. Bir serçenin gözyaşının ne kadar küçük olduğunu düşünmekle yetindik sonra. Serçelerin aşklarını gözyaşlarında sakladıklarını ve ağladıklarında can verdiklerini bilemedik meselâ. Bırakın âşık olmayı, hiç kimseyi bir serçenin bir damlacık gözyaşı kadar bile sevemedik. Nasipsiz gönüllerimize münasip adayları herkesin gözleri önünde izdivaç programlarından aradık. Arayan bulurmuş derler ya bulanın da kaybetmesi mukadder. Bulduk ama aşkı değil. Kaybettik, hem de aşkı!

Şimdi bakmayın kelimenin büyüklüğüne küçüklüğüne, kafese koyup mahkum ettiğimiz mahlükata “aşkım” dediğimize, aşkım diyerek mazinin tozlu sayfalarına bir mezar taşı olmadan gömdüğümüz aşklarımıza, gömdüklerimize ağıt yakma fırsatı bile aramadan  yeni aşklara yelken açtığımıza, açtığımız yelkenler henüz rüzgâr dolmadan sabırsızlıkla teknenin motorunu çalıştırdığımıza, her şeyi hızlı tükettiğimiz gibi aşkları da zahmetsiz ve mühletsiz tükettiğimize. Ve asla bakmayın her gönül koyduğumuza “Aşk olsun!” dediğimize.

Keşke “aşk” olsak.

YAZARIN EKLEMİŞ OLDUĞU YAZILAR
13 Ağustos 2021
6 Ağustos 2021
10 Eylül 2021
24 Mayıs 2022
18 Ekim 2022
YORUMLAR

  1. İbrahim GEYİK dedi ki:

    Mükemmel emeğine sağlık başarıların devamını dilerim